4 Ocak 2010 Pazartesi
FECR-İ ATİ EDEBIYATI
7. Batıdaki benzerleri gibi dil, edebiyat ve sanatın gelişmesine, ilerlemesine hizmet etmek; gençleri bir araya getirmek; seviyeli fikir münakaşalarıyla halkı aydınlatmak; değerli ve önemli yabancı eserleri Türkçeye kazandırmak; Batıdaki benzer topuluklarla temas kurmak, böylece Türk edebiyatını Batı edebiyatına yaklaştırmak, Batı edebiyatını Türk edebiyatına tanıtmak amacındadırlar.8. Servet-i Fünûn’a bir tepki olarak ortaya çıkmasına rağmen, şiir sahasında bu edebiyatın özelliklerini sürdürürler.9. Şiirlerinde işledikleri başlıca temalar tabiat ve aşktır.10. Tabiat tasvirleri gerçekten uzak ve subjektiftir.11. Dil bakımından Servet-i Fünûn’un devamıdır. Arapca ve Farsça kelime ve tamlamalarla dolu, günlük dilden uzak ve kapalı bir şiir dili oluşturmuşlardır.12. Aruz veznini kullanarak serbest müstezat türünü daha da geliştirmişlerdir.13. Fecr-i Aticiler tiyatro ile yakından ilgilenmişlerdir.14. Şiirde özellikle Sembolizmin etkisi söz konusudur. Hikâyede Maupassant, tiyatroda ise Henrich Ibsen örnek alınır.
15. Belli bir sanat anlayışında, belli değer ölçüleri etrafında birleşmeyi değil, ferdi hürriyeti ve bunun sonucu olarak da çeşitliliği savundukları için kısa sürede dağılmışlardır. Dağılmalarında özellikle Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp‘in çıkardıkları Genç Kalemler dergisi etkilidir. Yani Milli Edebiyat hareketinin başlaması Fecr-i Ati‘yi bitirir.16. Fecr-i Ati Edebiyat-ı Cedide ile Milli Edebiyat arasında bir köprü görevi görür.17. Fecr-i Ati‘nin en önemli temsilcisi Ahmet Haşim’dir.18. Fecr-i Ati Beyannamesine imza atanlar: Ahmet Haşim, Ahmet Samim, Emin Bülent (Serdaroğlu), Emin Lami, Tahsin Nahit, Celal Sahir (Erozan), Doktor Cemil Süleyman, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Refik Halit (Karay), Şahabettin Süleyman, Abdülhak Hayri, İzzet Melih (Devrim), Ali Canip (Yöntem), Ali Süha (Delibaşı), Faik Ali (Ozansoy), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Behçet (Yazar), Mehmet Rüştü, Mehmet Fuat (Köprülü), Müfit Ratib, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İbrahim Alaattin.19. Milli Edebiyat‘ın başlamasıyla Hamdullah Suphi, Ali Canib ve Celal Sahir’in bu harekete katılmalarıyla topluluk 1912′de dağılmıştır. Yalnızca Ahmet Haşim Fecr-i Ati edebiyatının temel ilkelerine bağlı kalmış ve Milli edebiyat hareketine katılmamıştır.20. Fecri Ati’nin görüşlerini, Yakup Kadri, Celal Sahir, Ahmet HAşim, Müfit Ratip, Mehmet Fuat ve Ali Canib Resimli Kitap adlı dergide; Mehmet Rauf, Hüseyin Suat ve Raf Necdet de eleştirilere Servet-i Fünûn’da cevap verdiler.
Hüseyin Rahmi, Türk romanındaki ilk izlerinde 1885’ten sonra rastlanan Fransız natüralizminin ilk büyük temsilcisidir. Romanlarındaki kahramanları daima karakterlerinin ve sosyal çevrelerinin birer ortak ürünü olarak ele alan, onların psikolojik kişiliklerini irsiyete ve sosyolojik kişiliklerini de içinde yetiştikleri cemiyetin şatlarına göre değerlendiren romancı, bu yöntemi ile olduğu kadad, realiteyi hem iyi hem de kötü yönleriyle olduğu gibi vermek konusundaki titizliği ile de tam bir “NATÜRALİST” tir.
Onu natüralistlerden ayıran nokta, eserlerinde sosyal eleştiriye olabildiğince çok yer vermesidir. Halbuki natüralizmin sosyal eleştiriye yönelik hiçbir kaygısı yoktur.
Hüseyin Rahmi’deki sosyal eleştiri ise daha çok mizah yoluyla yapılır. Bunun için de genellikle anormal durumda olan karakterler ele alınır. Karakterlerdeki anormallikler ise huy (aptallık, cinsi sapıklık, şöhret düşkünlüğü), ahlak (menfaat düşkünlüğü, haksız kazanç peşinde koşma), kültürel (dini tutuculuk, batıl inançlara bağlılık, Batı taklitçiliği) yönleriyle gülünçtür.
Bu yaklaşım doğal olarak romana çeşitli karakterlerin dünyayı ve yaşamı görüş açısını, dini inançlarını, yaşayış ve giyiniş şekillerini, adetlerini, görgülerini ........ de getirir ve böylece roman bir “TÖRE” romanı olarak ortaya çıkar. Özetle, büyük ve sabırlı bir gözlemci olan Hüseyin Rahmi’nin, olayları hep İstanbul’da geçen romanları , gerçek değerlerini, daha çok yazıldıkları devrin sosyal yapısını bütün canlılığı, bütün incelikleri ve tam bir objektif doğruluğu ile verebilmiş olmalarına borçludur.
Yazarın kırktan fazla romanı ve pek çok öyküsü vardır. En önemli romanları olarak, Şık, Mürebbiye, Tesadüf, Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Gulyabani, Hakka Sığındık’ı sayabiliriz.
MEHMET AKİF ERSOY
Ölçü olarak sadece “aruz”u kullanan şair hece ölçüsünü hiç kullanmadı. Nazım şekilleri konusunda ise Divan nazmının şekillerini tercih eder ve bunlar arasında en çok mesnevi şeklini kullanır. Çoğu zaman nazmı, nesre yaklaştıran şair, Türkçeyi aruza ustalıkla uydurmuştur.
Mehemt Akif’in ilk kitabı “Safahat”tır. Dah sonra yazdığı “Süleymaniye Kürüsüsünde” “Hakkın Seleri”, “Fatih Kürsüsünde”, “Hatıralar”, “Âsım”, “Gölgeler” bir araya getirilerek “Safahat” adı ile yayımlanmıştır
CENAP ŞAHABETTİN
Eserleri:
Gezi: Hac Yolunda, Suriye Mektupları, Avrupa Mektupları
Makale ve Denemeleri: Evrak-ı Eyyâm, Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh, Tiryaki Sözleri
Oyun: Körebe, Yalan
HALID ZİYA UŞAKLIGIL
ESERLERİ ROMAN: Nemide (1889) Bir Ölünün Defteri (1890) Ferdi ve Şürekası (1894-1985) Mai ve Siyah (1895-1988) Aşk-ı Memnu (1925-1987) Kırık Hayatlar(1924-1989) Sefile (1886) ÖYKÜ: Bir İzdivacın Tarih-i Muâşakası (1889) Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1889) Küçük Fıkralar (3 Cilt) (1896) Bir Yazın Tarihi (1898-1988) Solgun Demet (1901) Sepette Bulunmuş (1920) Bir Hikâye-i Sevda (1922-1987) Hepsinden Acı (1934-1984) Onu Beklerken (1935-1940) Aşka Dair (1935-1986) İhtiyar Dost (1939) Kadın Pençesi (1039-1987) İzmir Hikâyeleri (1950) ANILAR: Kırk Yıl (1936-1969) Bir Acı Hikaye (1942) Saray ve Ötesi (1942-1981) DENEME: Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi (1885) Hikaye ve Temaşa (1889) Yunan Edebiyatı (1912) Latin Edebiyatı (1912) Alman Tarihi Edebiyatı (1912) Fransız Tarihi Edebiyatı (1912) Sanata Dair (1938-1955) OYUN: Kabus (1959)
TEVFIK FIKRET
Sanat yaşamı iki ayrı dönem içerisinde incelenebilir. Birinci dönem Servet-i Fünun hareketinin içinde bulunduğu dönemdir. Bu dönemde “sanat sanat içindir” anlayışıyla ürünler vermesine karşın, yine de toplumsal konuların sınırını (dönemin siyasal yapısına rağmen) zorlamıştır.
İkinci dönemde ise (1901’den sonra) toplumsal konulara yönelmiş, “toplum için sanat” anlayışıyla ürünler vermiştir.
Türk edebiyatının Batılılaşmasında en büyük pay Tevfik Fikret’indir. Şiirleri hem biçim hem de içerik olarak yenidir. Parnasizmden etkilendiğiaçıkça görülür. Müstezadı, serbest müstezat yapan, nazmı düzyazıya yaklaştıran, beyitin, aruzun egemenliğine son veren hep Fikret’tir.
En büyük özlemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş medeniyet düzeyine yükselmesidir. Bunu da Batı’dakifen ve teknolojinin ülkeye kazandırılmasıyla gerçekleşeceğine inanır. Ona göre en öenmli varlık insandır. Onların özgürlüklerini ve haklarını savunur. Dinlerin, savaşlara kaynaklık etmesi nedeniyle dinleri bu yönüyle eleştirir. Ülkenin geleceğini gençlikte görür, onlara ve çocuklara büyük bir sevgi ve içtenlikle yönelir. Çocuklar için ilk kez şiirler yazan sanatçıdır.
Ayrıca şair, aruz ölçüsünü Türkçeye başarıyla uygulayan üç büyük sanatçıdan biridir (Diğer şairler Yahya Kemal ve Mehmet Akif’tir)
Eserleri:
Rubab-ı Şikeste, Haluk’un Defteri; Şermin (Çocuklar için hece ölçüsüyle yazdığı şiirler
SERVET-I FUNUN EDEBIYATI GENEK ÖZELLIKLERI
2) Cümlenin dize ya da beyitte tamamlanması kuralını yıkmışlar ve cümleyi özgürlüğüne kavuşturmuşlardır. Beyitin cümle üzerindeki egemenliğine son verirler. Cümle istediği yerde bitebilir.
3) Servet-i Fünuncular aruz ölçüsünü kullanırlar. Ancak aruzun dizeler üzerindeki egemenliğini de yıkarak, bir şiirde birden çok kalıba yer vermişlerdir.
4) Onlar “her şey şiirin konusu olabilir” görüşünü benimsemişler; fakat dönemin siyasal baskıları nedeniyle aşk, doğa, aile hayatı ve gündelik yaşamın basit konularına eğilmişlerdir.
5) Şiirde ilk defa bu dönemde konu bütünlüğü sağlanmıştır.
6) “Sanatkârâne üslup” ve yeni bir “vokabüler” (sözvarlığı) yaratma kaygısıyla oldukça ağır bir dil kullanmışlardır.
7) “Kafiye kulak içindir” görüşünü benimserler.
8) Şiirde üç değişik biçim kullanmışlardır.
a) Batı’dan aldıkları “sone” ve “terza-rima”
b) Divan edebiyatından alıp, türlü değişikliklerle kullandıkları müstezat (serbest müstezat)
c) Bütünüyle kendi yarattıkları biçimler
9) Şiirde olduğu gibi romanda da (devrin siyasal baskıları nedeniyle) sosyal konulardan uzak dururlar.
10) Romanda, romantizmin kimi izleri bulunmakla birlikte genel olarak realizme bağlıdırlar.
11) Romanda da dil ağır, üslup sanatkârânedir.
12) Roman tekniği sağlamdır.
13) Yazarlar daha çok yaşadıkları ortamı anlatma yoluna gittikleri için konular, İstanbul’un çeşitli kesimlerinden alınmalıdır.
14) Betimlemeler gözleme dayalıdır ve nesneldir.
15) Bu dönem sanatçıları, devrin siyasal baskıları nedeniyle gazetecilik, tiyatro gibi alanlara pek fazla eğilmemişlerdir.
TANZIMAT EDEBİYATI GENEL ÖZELLIKLERI
b. Tanzimat edebiyatının özellikle ilk devirlerinde yetişen sanatçıların çoğu (Ziya Paşa, Namık Kemal) Montesquieu, Rousseau, Voltaire gibi Fransız devrimci yazarlarının etkisi altında kalarak, makale ve şiirlerinde zulme, haksızlığa, geriliğe karşı şiddetli bir dille mücadeleye girişmişler; vatan, millet, hürriyet, hak, adalet, kanun, meşrutiyet gibi kavramları yaymaya çalışmışlar, “toplum için sanat” anlayışını benimsemişlerdir.
c. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçılar ise (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit, Sami Paşa-zâde Sezai) toplum işlerine daha az karışmışlar, “sanat için sanat” anlayışını benimser görünmüşlerdir.
Klasisizm, bir akım olarak bizim edebiyatımızı etkilememiştir. Kimilerinin etki saydığı, Ahmet Vefik Paşa’nın Molieré’den çevirileri ve uyarlamalarıdır. Çeviri yapmak, o akımdan etkilenmek değildir. Şinasi ise Romantizme (Coşumculuğa) kapılmadığı için Klasisizmin etkisinde gibi düşünülürse de bu yaklaşımlar doğru değildir. Özetle: Klasisizm, bir akım olarak bizim edebiyatımızı etkilememmiştir.
d. Çoğu Fransız edebiyatını örnek olarak alan bu sanatçıların bir kısmı Ahmet Vefik Paşa, Realizm (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Sami Paşazâde Sezai Nabi-zâde Nâzmi.) akımının etkisi altında eserler vermişlerdir.
e. Tanzimat edebiyatı, Divan Edebiyatı’nın tersine olarak, seçkin kişiler için değil, halk için meydana getirilen bir edebiyat düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Bu görüşü benimseyen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ali Bey özellikle makale, tiyatro, anı, kısmen de olsa roman türlerinde eserler vermişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, başta olmak üzere bazı edebiyatçılar ise bu amaçtan uzaklaşmış görünmektedirler.
f. Dilin sadeleşmesi, konuşma dilinin yazı dili haline gelmesi düşüncesi savunulmuştur. Tanzimat edebiyatının başlıca sanatçıları dil konusunda bu düşünceyle birlikte, eski alışkanlıklarından kurtulup da öz Türkçe yazmış değildir. Türkçe, daha çok, tiyatro; anı, mektup, bir dereceye kadar da makale ve romanlarda kullanılmıştır. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçılar ise konuşma dilinden uzaklaşarak Divan Edebiyatı geleneklerini sürdürmüşlerdir.
HALK EDEBIYATI GENEL ÖZELLIKLERI
2. Halk edebiyatı ürünleri yazılı değildir. Müzik eşliğinde sözlü olarak oluşur.
3. Divan edebiyatında olduğu gibi şiir yine egemen türdür.
4. Şiirlerde başlık yoktur, biçimiyle adlandırılır.
5. Nazım birimi dörtlüktür.
6. Ölçü, hece ölçüsüdür, En çok yedili, sekizli, on birli kalıplar kullanılmıştır.
7. Şiirlere genel olarak yarım uyak hakimdir.
8. Dil halkın konuştuğu günlük konuşma dilidir.
9. Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmeler somut kavramlardan yararlanılarak yapılır. Söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır.
10. Şiirler çoğu zaman saz eşliğinde söylenir. Duruma göre şiir söyleyen aşıklar, şiirleri için bir ön hazırlık yapmazlar. Bu yüzden şiirlerinde derin bir anlam kusursuz bir biçim görülmez.
11. Aruz ölçüsü ile şiir yazanlar olmasına rağmen asıl ölçü hece ölçüsüdür.
12. Nazım birimi dörtlüktür. Ancak nadiren de olsa Türkü ve ninnilerde üçlü, beşli söyleyişler görülür.
13. Dili, halk dilidir. Bu dilin öz Türkçe olduğu söylenemez. Ancak halka mal olmamış sözcükler kullanılmamıştır.
14. Şiirler hazırlıksız söylenildiğinden daha çok yarım kafiye ve redif kullanılmıştır.
15. Nazım şekli olarak mani, koşma, varsağı, semai, destan v.s. kullanılmıştır.
16. Konu olarak Aşık edebiyatında aşk, ölüm, hasret, ayrılık gibi duygusal konular, doğa sevgisi, yiğitlik, zamandan şikayet işlenmiştir. Tekke edebiyatında ise konu dindir.
17. Söyleyişlerde doğa ile iç içe olmaktan kaynaklanan bir somutluk hakimdir.
18. Halk şairlerinin hayat hikayeleri ve şiirleri cönk adı verilen eserlerde toplanır.
19. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren halk şairleri, divan şairlerinden etkilenerek aruzun belirli kalıplarıyla şiirler yazmayı denemişlerdir. Hatta divan şiirinin mazmunlarını da kullanmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında halk şairlerinin, aydınlar ve divan şairlerince hor görülmelerinin, değersiz ve güçsüz sayılmalarının etkisi de vardır.
DİVAN EDEBIYATI GENEL ÖZELLIKLERI
2. Nazım ölçüsü “aruz“dur.
3. Dili Arapca, Farsça, Türkçe karışımı olan Osmanlıca”dır.
4. Şiirlerde tam ve zengin uyak kullanılmıştır.
5. Şiirlerin konuyu içeren başlıkları olmadığı için nazım biçimlerine göre adlandırılmışlardır.
6. Klişe bir edebiyattır. Duygu ve düşünceler değişmez sözlerle (Mazmun) anlatılır.
7. Anlatılan şey değil, anlatış biçimi ön plandadır.
8. Soyut bir edebiyattır. İnsan ve doğa gerçekte olduğundan farklı ele alınmıştır.
9. Aydın zümrenin edebiyatıdır. Medrese kültürü hakimdir. Genellikle saraya ve çevresine seslenir.
10. Sanatlara bolca yer verilmiş, sanat yapmak amaç durumuna gelmiştir.
11. Ulusal bir edebiyat olmayıp dinin etkisiyle şekillenmiştir. Arap ve İran edebiyatının etkisi çok fazladır.
12. Şiirde daha çok aşk, sevgili, içki, din ve kadercilik gibi konular işlenmiştir.
13. Nazım ön planda tutulmuş, nesre pek az yer verilmiştir.
14. Nesir alanında tezkireler (edebiyat tarihi görevini gören biyografik eser), münşeatlar (mektuplar), tarihler, dini metinler ve nasihatnamelere de rastlanmaktadır. Bunlarda da sanat yapma amacı ön plandadır.
15. 13.yüzyılda gelişmeye başlamış 16. ve 17. yüzyıllarda en olgun dönemini yaşamış, 19.yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür.
3 Ocak 2010 Pazar
BİRİNCİ İNÖNÜ SAVASI VE SONUCLARI
I. İnönü Savaşı |
1920 yılı sonlarında Yunanistan’da iç politika’da önemli değişmeler olmuştur. Yunanistan kralı Aleksandr ölmüş, başbakan Venizelos da seçimleri kaybederek iktidardan düşüp memleketini terketmişti. Yeni Kral Konstantin Türk-Yunan savaşını devam ettirmesi kaydıyla bazı İngiliz ileri gelenleri tarafından tahta çıkarılmıştı.
Yunanistan’da bu gelişmeler olurken, T.B.M.M Kuvay-ı Millîyecileri düzenli birliklere katmaya çalışıyordu. Refet Bele Demirci Mehmet Efe meselesini halletmişti. Çerkes Ethem; emrindeki 59.Piyade alayının düzenli birliklere katılmasına rağmen, kendisi katılmayı reddederek Yunanlılarla temasa geçmiş ve onlardan yardım istemiştir.
Millî ordunun bu problemlerle uğraşmasını fırsat bilen Yunanlılar ileri harekata geçerek; 6 Ocak günü Bursa cephesinden taarruza başladılar. Bursa Cephesinde 24. Fırka ile 11. Fırkadan oluşan bir Alayımız vardı. Yunanlıların taarruz haberini alır almaz, İzzettin Bey kumandasındaki 61. Fırka iki Alayı ile Kütahya’da Çerkez Ethem’e karşı bırakıldı ve Garp Cephesinin Kütahya’ya yollanan diğer kuvvetleri süratle İnönü’de toplanmaya çağrıldı.
T.B.M.M Batı Cephesine yalnızca 11.Tümeni gönderebilmiştir. Rahmi Apak “Batı Cephesi Nasıl Kuruldu” adlı eserinde bu tümenin de, Kütahya’nın Alayurt istasyonuna nakledildiğini, dört günden beri uykusuz olan askerlerin ancak 4 saat uyku uyuduktan sonra, vagonlardan iner inmez 10 km uzaktaki cepheye koştuklarını” yazmaktadır.
Büyük zorluklarla kurulan İsmet Paşa emrindeki ordumuz 5 Alaydan oluşmaktaydı. Tüfek sayısı ise sadece 4500 adet idi. Buna karşılık çok iyi donanıma sahip bulunan Yunan ordusunun mevcudu 20.000’i bulmaktaydı.
Yunan ordusu 10 Ocak sabahı savunma mevzilerimize karşı saldırıya geçti. İnönü komutasındaki kuvvetlerimiz tarafından geri püskürtüldü. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa İsmet Paşa’ya kutlama telgrafı çekerek şöyle demiştir:
“İnönü Meydan Muharebesinde, Batı Cephesi birliklerinin uğurlu ve ezici komutanı altında gösterdikleri kesin galibiyetten dolayı, yüksek kişiliğinize ve kahraman ordumuzun bütün komutanlarıyla subay ve erlerine Büyük Millet Meclisinin kalpten tebriklerini iletir ve bu başarının kutsal topraklarımızı düşman istilasından büsbütün kurtaracak olan kesin zaferin hayırlı bir başlangıç olmasını tanrının lütfundan diler ve bu tebriklerin tüm Batı ordusu er ve subaylarına ulaşmasını rica ederim”.
Yunanlılara karşı muharebeyi kazanan Batı Cephesi komutanımız İsmet İnönü, vakit geçirmeden Kütahya’daki Çerkez Ethem’in üzerine yürümüş, önce Simav, Tavşanlı istikametine çekilen Çerkez Ethem, 200 adamıyla birlikte Yunanlılara sığınmıştır.
1- Balkan savaşından sonra ilk Türk-Yunan savaşı olan I.İnönü savaşının kazanılmasıyla Düzenli ordunun değeri ve gerekliliği anlaşılmış oldu. Bu savaştan sonra Milis kuvvetlerinin düzenli ordu birliklerine katılımı hızlandı.
2- I. İnönü savaşındaki başarı, bütün cephede ve memlekette manevi kuvveti yükseltti. Bu başarıyı doğu cephesindeki başarılar takib etti. Türk kuvvetleri 23 Şubat’ta Ardahan ve Artvin’e girdiler.
3- Savaşın kazanılması T.B.M.M’nin itibarını yükseltmiş aynı zamanda Atatürk’ün otoritesini güçlendirmiştir.
4- Yunanlılar destekçileri nezdinde güven kaybetmişler, İtilaf Devletleri Sevr antlaşmasını yeniden düzenlemek maksadıyla Ankara Hükümetini Londra konferansına davet etmişlerdir ki bu durum T.B.M.M’nin itilaf devletleri tarafından zımmen tanınması anlamına gelmekteydi.
MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI
Batı Anadolu’dan atılan yunan ordusu daha önce işgal etmiş olduğu doğu Trakya’da büyük katliamlar yapmaya başlamıştır.Bu nedenle Türk ordusu İzmit ve Çanakkale bölgesine doğru harekete geçerek hem işgal altındaki boğazları hem de Doğu Trakya’yı kurtarmak istemiştir.
Bu durum üzerine İngiltere Boğazları savunmak için müttefiklerinden yardım talebinde bulunmuş fakat bu isteği olumsuz karşılanmıştır. Böylece İngiliz Başbakanı Lloyd George’un “Türk düşmanlığı” politikası iflas etmiştir.Bunun üzerine İtilaf devletleri Mustafa kemal Paşaya barış teklifinde bulunmuşlardır.Yaklaşık iki hafta süren ön görüşmeler sonunda Edirne dahil olmak üzere Meriç ırmağına kadar olan Trakya’nın TBMM’ye verilmesi istediğimizin dikkate alınması kaydıyla ateşkes görüşmelerinin başlaması kabul edilmiştir.
Böylece herhangi bir silahlı çatışmaya gerek kalmadan sorunların diplomatik görüşmelerle çözülmesi imkanı ortaya çıkmıştır.
Mudanya ateşkes Antlaşması görüşmeleri 3 ekim 1922’de başlamış ve 11 Ekim 1922De bitmiştir.Görüşmelere İngiliz Fransız İtalyan temsilcileri ile TBMM adına İsmet Paşa katılmıştır.Yunanistan Mudanya’daki konferansa katılma imkanı bulamamış fakat üç gün sonra antlaşmayı onayladığını bildirmiştir.
Mudanya Ateşkes antlaşmasını görüşmelerinde en önemli konular Doğu Trakya’nın TBMM’ye teslim edilmesi İstanbul ve Boğazların durumu olmuştur.
Antlaşmanın Maddeleri:
• Türk ve Yunan orduları arasındaki savaş sona erecektir.
• Yunan ordusu Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya’yı 15 gün içinde boşaltacaklardır.Yunan ordularından boşalan bölgeye itilaf devletleri birlikleri girecek onlarda en geç bir ay içinde Doğu Trakya’yı Türk ordusuna devredeceklerdir.
• TBMM Trakya’da en çok 8.00 kişiden oluşacak bir jandarma kuvveti bulundurabilecektir.
• İstanbul Boğazlar ve çevresinin yönetimi TBMM’ye bırakılacaktır.ancak itilaf devletleri barış antlaşması imzalanıncaya kadar İstanbul’da bulunacaklardır.
• Barış antlaşması yapılıncaya kadar Türk ordusu İzmit ve Çanakkale arasında belirlenen çizgiyi(Milne Hattını) geçmeyecektir.
Antlaşmanın Önemi:
• Kurtuluş savaşının askeri safhası sona ermiş diplomatik safhası başlamıştır.
• Lozan Barış görüşmelerinin yapılması için çalışmalar başlamıştır.
• Savaş yapmaya gerek kalmadan diplomatik görüşmelerle Edirne Tekirdağ ve Kırklareli Yunan işgalinden kurtarılmıştır.
• İstanbul Boğazlar ve çevresinin de işgalden kurtarılması sağlanmıştır
• Osmanlı Devletinin başkenti olan İstanbul’un TBMM’ye devredileceğinin belirtilmesi İtilaf devletlerinin İstanbul Hükümeti yerine TBMM Hükümetini hukuken kabul ettiğini göstermiştir.Bu nedenle Osmanlı devletinin hukuki varlığı tartışılmaya başlanmıştır.Ancak İtilaf devletlerinin Lozan Konferansına İstanbul Hükümetini de çağırması TBMM’nin saltanat makamı hakkında kesin bir karar vermesini kaçınılmaz hale getirmiştir.
LOZAN BARIŞ ANLAŞMASI
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasının önemli maddeleri
Sınırlar ile ilgili hükümler
Suriye sınırı: 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’nın koşulları kabul edildi.
Irak Sınırı: Bu sorun çözüme kavuşturulamadı. Sorun içerisinde olan Musul konusu da dahil olmak üzere, bu sorunun Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde yapılacak görüşmelerle dostça çözüme kavuşturulması kararlaştırıldı.
Yunanistan Sınırı: Karaağaç savaş tazminatı olarak TBMM’ye bırakıldı. Doğu Trakya TBMM’ye bırakılırken, Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmış, böylece Batı Trakya Türkleri sorunu doğmuştur.
Adalar: İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları dışındaki Ege Adaları Balkan Savaşları sırasında yitirildiği için bize geri verilmemiş, Yunanistan’a bırakılmıştır. Anadolu kıyılarına yakın olan (Midilli, Sakız, Sisam, Nikerya) adalarda Yunanistan silah ve asker bulunduramayacaktır. Meis ve Oniki Ada (Rodos dahil) İtalya’ya devredilmiş, Kıbrıs’ta İngiltere’ye bırakılmıştır.
Bulgaristan Sınırı: 1913 İstanbul Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı sonunda Bulgaristan’ın imzaladığı Nöyyi Antlaşması esas alınarak, Meriç Irmağı iki devlet arasında sınır olarak kabul edilmiştir.
Doğu Sınırı: Doğu sınırı için Moskova ve Kars Antlaşmaları esas alınmıştır.
Kapitülasyonlar
Yüzlerce yıl süren bütün kapitülasyonlar, Düyun-u Umumiye İdaresi de dahil olmak üzere, her türlü sonuçları ile birlikte toptan kaldırılmışlardır. Türkiye’deki yabancı ticaret kuruluşları da belli ve kısa bir geçiş döneminden sonra, hiçbir ön koşul göstermeden Türk yasalarına uyacaklardır.
Azınlıklar
Türkiye’de yaşayan herkesin Türk uyruklu olduğu kabul edildi. Hıristiyan ve Musevi azınlıklar din ve ibadetlerinde serbest olacaktı. Doğu Trakya ve Anadolu’da yaşayan Rumlarla Yunanistan’daki Türkler karşılıklı yer değiştireceklerdi. Batı Trakya’da kalan Türkler ile İstanbul’un yerlisi Rumlar bu değişimin dışında tutulacaktı.
Yabancı Okullar
İtilaf devletleri Lozan’dan sonra yabancı okulların yönetiminin kendilerine bırakılmasını istemiş ancak Türkiye bu konunun kendisinin bir iç sorunu olduğunu ileri sürerek herhangi bir görüşme yada anlaşmayı kabul etmemiştir.
Savaş Tazminatları
Türkiye hiçbir devlete savaş tazminatı ödememiş, Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla bizden istenilen tazminattan büyük bir başarı ile kurtulmak sağlanmıştır. Yunanistan, Türkiye’ye Kurtuluş Savaşı’nda verdiği zararlardan dolayı tazminat vermesi gerektiğini kabul etmiş ancak Yunan ekonomisinin çökmüş bir vaziyette olması sebebiyle, Türkiye bu savaş tazminatından Karaağaç ve yöresini alarak vazgeçmiştir.
Devlet Borçları Sorunu
İlk olarak Abdülmecit zamanında Kırım Savaşı sırasında İngiltere’den 1854 yılında alınan ve Birinci Dünya Savaşı’nda alınmaya devam edilen dış borçlar büyük bir toplama erişmişti. Bu borçlar Lozan’da, Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile oluşan yeni devletlere gelirleri oranında bölüştürülmüştür. Türkiye’ye düşen borçlar ise düzenli taksitlere ayrılmış, borçların ödenmesi üzerinde yabancı gözetim ve denetimine son verilmiştir.
İstanbul’un Boşaltılması
Lozan Antlaşması TBMM tarafından onaylandıktan iki ay sonra itilaf devletleri İstanbul’u boşaltacaktır.
Rum Patrikhanesi
Türkiye’nin olanca çabasına rağmen patrikhane’nin İstanbul’dan taşınması kabul edilmemiştir.
Oniki Ada
Tüm çabalara rağmen Türkiye’ye geri verilmemiştir.
Boğazlar Sorunu
Boğazlar, uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek, bu komisyonun başkanı Türk olacaktı. Türkiye boğazların her iki yanında asker bulunduramayacak, askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazdan serbestçe geçebileceklerdi. Eğer Türkiye savaşta tarafsız ise geçiş yine serbest olacaktı. Ticaret gemileri serbestçe geçebilecek ancak savaş gemilerinin geçişi Türkiye tarafından sınırlandırılabilecekti. Türkiye bir savaşa girmiş ise, düşmana yardım etmeme koşulu ile tarafsız gemiler yine boğazdan geçebileceklerdi. Türkiye, düşman gemi ve uçaklarına dilediği gibi davranabilecekti.
ATOM BOMBASI VE ETKILERI
Birkaç saniye içerisinde yüzbinlerce insanın ölmesine yol açan atomun içindeki muazzam gücün, saniyesi saniyesine nasıl ortaya çıktığını ele alıp inceleyelim:
- Patlama anı...
Bir atom bombasının tıpkı Hiroşima ve Nagasakiâ de olduğu gibi 2.000 m. yükseklikte patladığını varsayalım. Patlayıcı kütleye fırlatılan ve ilk çekirdeği parçalayan nötron, daha önce de bahsedildiği gibi kütle içerisinde zincirleme tepkimeler oluşturur. Yani ilk parçalanan çekirdekten dışarı fırlayan nötronlar, başka çekirdeklere çarpar ve bu yeni çekirdekleri de parçalar. Böylece hızla bütün çekirdekler zincirleme olarak parçalanır ve çok kısa bir zaman aralığında patlama gerçekleşir. Nötronlar öyle hızlı hareket etmektedirler ki, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda bomba, kütlesi yaklaşık 1.000 milyar kilokalorilik bir enerji açığa çıkarır.
Bombanın çevrildiği gaz kütlesinin sıcaklığı, bir anda birkaç milyon dereceye ve gaz basıncı da bir milyon atmosfere çıkar.
- Patlamadan saniyenin binde biri kadar sonra...
Patlamış olan gaz kütlesinin çapı büyür ve etrafa çeşitli ışınlar yayılır. Bu ışınlar patlamanın "başlangıç parlaması"nı oluşturur. Bu parlama onlarca kilometre çapında bir alanda bulunabilecek herhangi bir kişide tam körlüğe neden olabilir. Öyle ki bu parlak ışık (yüzey birimi başına), Güneş yüzeyinden yayılandan yüzlerce kat daha büyüktür. Patlama anından başlayarak geçen zaman öylesine kısadır ki, patlamanın yakınında bulunan bir kişi gözlerini kapayabilecek zaman bile bulamamıştır.
Şokun basınç cephesi kapalı kapılarda ağır hasarlara yol açar. Buna karşılık elektrik taşıma kuleleri, iki parçadan oluşan köprüler ve cam-çelik yapılı gökdelenler de hasar görürler. Patlamanın yakınlarında da büyük oranda, pudraya benzer ince toz kalkar.
- Patlamadan 2 saniye sonra...
Parlayan kütle ve onu çevreleyen hava, bir ateş topu oluşturur. Yüzeyi henüz son derece sıcak ve Güneş'inki kadar, hatta daha parlak olan bu ateş topundan yayılan ısı, 4-5 km çapındaki bir alandaki tüm yanabilir maddeleri tutuşturmaya yeterlidir. Ateş topunun parlaklığı da, görme duyusuna, düzelmeyecek derecede zarar verebilir. Burada ateş topunun çevresinde, çok büyük bir hızla yer değiştiren şok dalgası gelişmiştir.
-Patlamadan 6 saniye sonra...
Bu anda şok dalgası yeryüzüne çarpar ve ilk mekanik zararlara neden olur. Dalga, şiddetli bir hava basıncı yaratır ve bu basıncın şiddeti patlama merkezinden uzaklaştıkça azalır. Bu noktadan yaklaşık 1.5 km. uzakta bile, ek basınç, normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur. Bu basınçta insanların sağ kalabilme şansı %1 AZdir.
- Patlamadan 13 saniye sonra...
Şok dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş topunun kovduğu havanın yer değiştirmesi nedeniyle oluşan patlama izler. Bu patlama yer boyunca 300-400 km/saatlik bir hızla yayılır.
Bu arada ateş topu soğumuş ve hacmi küçülmüştür. Havadan hafif olduğundan yükselmeye başlar. Yukarıya doğru yönelen bu hareket, yeryüzünde rüzgarın yönünün tersine dönmesine yol açar ve şiddetli bir rüzgar, başlangıçta patlama merkezinden dışarı doğru eserken, şimdi merkeze doğru esmeye koyulur.
- Patlamadan 30 saniye sonra...
Ateş topu yükseldikçe, küre biçimindeki şekli bozulur ve tipik bir mantar görünümünü alır.
- Patlamadan 2 dakika sonra...
Mantar biçimli bulut şimdi 12.000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin stratosfer tabakasının alt sınırına ulaşmıştır. Bu kadar yüksek düzeyde esen rüzgarlar, mantar biçimindeki bulutu azar azar dağıtır ve bulutu oluşturan maddeleri (genel olarak radyoaktif döküntüleri) atmosfere saçar. Söz konusu bu radyoaktif döküntüler, çok küçük tanecikler olduklarından atmosferde daha yüksek katmanlara da çıkabilirler. Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin üst tabakalarında esen rüzgarlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez döndürülebilir. Böylece radyasyon döküntüleri dünyanın dört bir yanına dağılabilir.
Merkezi patlama noktasından aşağı yukarı 1.000 metre çapındaki alan içerisinde radyasyon çok yoğundur. Ölüme yol açan öteki etkilerden kurtulanlar kanlarındaki akyuvarların hemen hepsini kaybeder, derilerde yaralar belirir, bunların hepsi birkaç günden iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde kanama nedeniyle ölür. Patlama noktasından daha uzakta olanlar üzerinde ise radyasyonun etkisi değişiktir. Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan bedeninde 13, 16 ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur. Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir fakat asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar. Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk doğurma... Bu vakalarda da on günden üç aya kadar varan bir süre içinde ölüm görülebilir. Yıllar geçtikten sonra bile göz bozuklukları (göze perde inmesi), kan kanseri (lösemi) ve ışınım kanseri meydana gelebilir. Hidrojen bombası patlamalarının en büyük tehlikelerinden biri radyoaktif tozların solunum, sindirim ve deri yoluyla vücuda girmesidir. Bu tozlar bulaşmanın azlığına veya çokluğuna göre yukarıda saydığımız bozukluklara sebep olurlar.
UZAYA İLK YOLCULUK
Uzaya ilk yolculuk 1957’de insansız uzay uydusu Sputnik 1’in fırlatılmasıyla başladı.
1961 yılında Sovyetler Birliği’nden Yuri Gagarin, Voskhod 1 adlı uzay aracıyla, uzaya çıkan ilk insan oldu.
1965’te Voshod 2’nin kozmonotu Aleksey Leonov kapsüle sağlam bir kordonla bağlı bir uzay elbisesi giyip, soluyacağı oksijeni de yanına alarak, uzay aracından dışarı çıktı. Leonov böylece uzayda yürüyen ilk insan oldu.
1969 yılında Neil Armstrong önderliğinde üç astronot yaklaşık sekiz yıllık çok yoğun bir çalışmanın sonunda Apollo 11 adlı uzay aracıyla ilk kez Ay’a indi. Ay’da yürüyen ilk insan da ekibin lideri olan Neil Armstrong oldu.
Günümüze kadar uzaya insanlı ve insansız olarak 4500 kadar yolculuk gerçekleştirilmiştir. Bu yolculuklar araştırma amaçlı olup evrenin bilinmeyen yönlerinin açığa çıkarılmasına yöneliktir.
MÜREKKEP VE PARA
Mürekkep: Kağıdın icadıyla paralel olarak kullanılmaya başlanan mürekkep, ilk olarak Çinliler tarafından bulunmuştur. MS 400’ de yaklaşık olarak bugün kullandığımız halini almıştır.
Para: Para, ilk kez MÖ 700’ de Lidya’ da malların alımı için kullanıldı. Yoğun olarak ticaretle uğraşan ve bir Anadolu uygarlığı olan Lidya’ da paranın ilk formu değerli maddeden oluşmaktaydı. Altın ya da gümüş, en çok kullanılan para hammaddesiydi. MÖ 700 yılına gelene kadar insanların ekonomik ilişkilerinde kullandıkları en yaygın metot “barter” yani değişim sistemiydi. Buğday almak isteyen, yerine eşit miktarda pirinç kullanabiliyordu.
YAZI VE TAKVİM
Yazı: Genel olarak yazının milattan önce 3500′lü yıllarda Sümerler tarafından bulunduğu bilinir. Fakat şu an geçerli olan daha güncel bir düşünce, yazının Mısırlılar tarafından da bulunduğu yönünde. Yani yenilikçi bazı tarihçilere göre, yazının Sümerler ve Mısırlılar tarafından aynı zamanlarda birbirlerinden habersiz olarak bulunduğu düşünülüyor.
Takvim: Evrende bizim için en önemli iki astronomik hadise güneş ve ayın hareketleridir. Takvimler de bu önemli astronomik hadiselere göre ayarlanırlar. Bugün kullandığımız Gregoryen takvimini, M.Ö. 45 yılında Sezar hazırlamış. Bu takvimin başlangıcı da Cleopatra ile ilk buluşma tarihleriymiş. Fakat bu takvim 128 yılda bir 1 gün attığından kullanım olarak pek mantıklı değildi. Daha sonra çeşitli düzenlemelerle kullanımda da pratiklik sağlanmıştır.
MATBAA
SANAYI INKILABI SONUÇLARI
devletleri arasında kıyasıya bir rekabet ortamı yarattı. Sanayi inkılabı, bütün ülkelerde aynı hızla
gerçekleşmedi. Bu yüzden Sanayi toplumları ve tarım toplumları gibi ayırımlar ortaya çıktı. Sanayinin
geliştiği şehirlere göç hareketleri hız kazandı. İşçi sınıfının, kötü hayat şartlarından şikayetleri
çoğaldı. İşçi haklarını ön plana alan sosyalizm, hürriyetçilik ve milliyetçiliğin yanında, yeni bir
akım olarak ortaya çıktı. Sanayi inkılabını gerçekleştirmiş devletler, toplumun ihtiyaçlarına cevap
verebilecek yeni politikalar üretmek ve uygulamak zorunda kaldılar.
SANAYİ INKILABI
bükümü ile dokumacılıkta el emeğinin payı daha büyüktü.Denizaşırı ülkelerle yapılan ticaret, İngiliz
dokunma sanayinde kullanıldı ve geliştirildi.Mekanik dokuma tezgahları, hem üretimin artması hemde
kalitenin yükselmesi sonucunu verdi.Makine yapmak için demire ve demirin işlenmesinde daha ileri yöntemlere ihtiyaç duyuldu.Böylece, demir üretiminin arttırılmasına çalışıldı. Çelik yapımında yeni metotlar bulundu.Çeliğin kullanım alanları genişledi.makineleri n daha verimli çalışması için, yüksek güce duyulan ihtiyaç buharın makinelere uygulanması ile çözüme ulaştırıldı.Daha büyük ve daha çok sayıda iplik ve dokuma makineleri hizmete girdi.Her tarafta imalathaneler kuruldu. Evlerde yapılan mahalli karakterdeki üretim gittikçe milli bir nitelik aldı. Daha sonra milletlerarası boyutlara ulaştı.
Büyük fabrikaların ortaya çıkmasıyla eski hayat tarzında da değişim oldu.İşveren sermaye sahipleriyle çalışan kesim arasındaki gelir farkı büyüdü. Tekniğin tarıma uygulanması ile çok sayıda çiftçi işsiz kaldı. Bunlar sanayi kesiminde çalışmaya başladılar.Ücretler düşük seviyelerde kaldı.Kadınların ve küçük çocukların, çok ucuza ve uzun süreli çalıştırılmaları, genel bir hoşnutsuzluğa yol açtı.
Gelir seviyesinin yükselmesi, tüketici kitlenin genişlemesi sonucunu verdi. Büyük firmalar ve
bankalar faaliyete geçti. Ulaşım imkanları arttı. Okyanusları aşabilecek yüksek kapasiteli gemiler inşa
edildi. Demir yollarının yapımına da hız verildi. Posta sistemi kuruldu, iletişim hızlandı. Bu sayede,
uzak ülkelerden mal getirilmesi kolaylaştı. İç ve dış ticaret daha da canlandı.
Sanayi inkılabı, İngiltere`den sonra Avrupa`nın diğer ülkelerine de yayıldı. Fransa`da sanayi
inkılabının ilk belirtileri yine dokuma sanayinde görüldü. Hollandalı sermayedarlar ise, ülkelerinde
milli bir sanayi kurmak yerine, servetlerini yabancı ülkelerdeki yatırımlarında kullandılar.
REFORMUN SONUÇLARI
*Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.
*Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.
*Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.
*Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu.
*Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.
*Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kuruldu.
*Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.
*Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.
*Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur
REFORM HAREKETLERİNİN NEDENLERİ
*Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in milli dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.
*Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.
*Endülüjans sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi.
*Rönesans hareketlerinin etkisi.
*Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi.
1517'li yıllarda Reform düşüncesi Almanya'da Martin Luther tarafından ortaya atıldı. Sonunda Luther'in görüşleriyle Protestanlık mezhebi doğdu. Protestanlar ve Katolikler arasında mücadeleler Ogsburg Antlaşması ile sona erdi (1555). Buna göre; Protestanlık Mezhebi ve Kilisesi kesin olarak kabul edilmiştir.
Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi topluluklarına kabul ettirme konusunda serbest oldular. Prensler, kendi ülkelerinde din işlerinin mutlak hakimi haline geldiler. Prenslerin mezheplerini kabul etmeyen Almanların başka yerlere göç etmesine izin verildi. Almanya'da başlayan Reform hareketleri İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelere de yayılmıştır.
iRAN UYGARLIĞI
M.Ö 3000′lerden itibaren İran’da uygarlık izleri görülmektedir. İran Uygarlığı’nın temelini arya denen kavimler oluşturmuştur. İran Uygarlığı’nın temsilcileri Med ve Persler bu kavimleri oluşturur.
- İlkçağ’da İran’da kurulan iki büyük devlet Medler ve Persler’dir.
- Persler’de ülke sartaplığa (illere, eyaletlere) ayrılmış ve her ile satrap adında bir askeri vali atanmıştır.
- İlk posta ve istihbarat örgütü İran’da kurulmuştur.
- İran’da Zerdüş tarafından kurulan Mecusilik Dini yaygındı. Mecusilik’te iyilik tanrısına Hürmüz, kötülük tanrısına Ehrimen denilmekteydi. Mecusiler ateşe tapar ve ateşgede denilen yerlerde tanrıları için sürekli ateş yakarlardı.
- Eski İran sanatının en önemli ürünleri, krallar adına yapılan büyük saraylar ve türbelerdir. Merkez Persepolis’teki saray ve 1. Daryus’a ait Zafer Kabartması önemlidir.
- Tarım, ticaret ve hayvancılıkla ilgilenen İranlılar Ege’den İran’a kadar uzanan kral yolunu onararak ticareti geliştirmişlerdir.
- Persler M.Ö 330′da Makedonya Kralı İskender tarafından ortadan kaldırılmışlardır.